Altı ya da Yedi
Yolun ortasında duruyorum. Gereksiz bir sessizlik, gelen geçen yok. Düşüncelerimin, karar ve kararsızlıklarımın tam ortasındayım. Sıcak yaz güneşi tenimi yakıyor. Dolan’ı anımsıyorum. Zümrüt rengi cadillacı… Pikabın açık kasasına oturuyor, bir yudum su ile ıslatıyorum kurumuş boğazımı. Ortalıkta obur bir sıçan bulmayı umarak göğü turlayan kartaldan başkası yok. Doyurucu ve sulu bir av bir yana, kendisini pek memnun etmeyecek ve de uğruna zahmete girmek istemeyeceği basit bir çöl akrebi dahi bu sıcakta güneşten saklanıyor.
Derin bir soluk alıyorum, sıcaktan bunalmış organlarımı rahatlatmak umuduyla. Kuru ve acı bir tadı var… Boğulacakmış gibi oluyorum bu tüm varlığım ateşe verilmişçesine derinden hissettiğim taze duman kokusuyla. Görünürde buna sebebi olabilecek hiçbir şey yok, garipsemiyorum. Çeneme kadar kestirdiğim saçlarımı beyaz şapkanın altında topluyor, uyumayı umarak boylu boyunca uzanıyorum. Ayaklarımı toplamam gerekiyor, yastık olarak içi tıka basa doldurulmuş sırt çantam var. Daha ne olsun?
Uyanıyorum, üç saat kadar uyumuş ya da kendimden geçmişim, saat 7’yi bulmuş. Doğruluyorum. Yaşlı bir adam var, 60’larının başlarında. Pikabından çektiği benzini iş makinalarına aktarıyor. Kazıyor ve kazıyor. Makinenin takıldığı yerlerde üç oyuklu küreğiyle işe el atıyor. Teni fazlasıyla yanmış, benim kadar değil. Fakat eğer şansını biraz daha zorlarsa istisnasız günün her saati aç olan akbabalara yem olacak.
-Eğer biraz daha devam etmeye kalkarsan korkarım seni o çukura gömmek zorunda kalacağım.
Cevap vermiyor, duyduğundan dahi şüpheliyim. Durmuyor ve devam ediyor, alnından akan ter kızgın asfaltı ıslatıyor. Kasayı kapatıyorum. Termosumdan bir bardak çay dolduruyorum, yolun karşısındaki küçük tepeye oturuyorum. Yıldızlar bu gece pek bol değil, sarımsılar. Çalışmaya başlayan makinaları duyuyorum. Gözlerim kapanıyor, yorgunum. Soğumuş çayımdan bir yudum alıyorum. Akrep yelkovanın üzerine serilmiş, saat on.
Yavaş hareketlerle oturduğum yerden kalkıyor ve üzerimi silkeliyorum. Koltuğumu geriye doğru yatırarak üzerine gündüz görmeye dahi dayanamadığım battaniyeyi örtüyorum. Tıpkı uykunun üzerime örtündüğü gibi… Gece soğuk kumların üzerinden kayıyor, saatler geçiyor. Güneş kumlara kızılını vermeye başlamış, sabah olmuştu. Adam, kızıl pikap ya da iş makineleri ortada yoktu. Yalnız devasa çukur bir brandayla örtülmüş halde, tüm ihtişamı ile ortada duruyordu.
Derken çığlıklar duyulmaya başlandı. Toprakla örtüldü çukur yavaş yavaş.
6 ya da 7 el silah sesi.
Çığlıklar, toprak, çığlıklar, toprak, toprak…
Share this content:
Yorum gönder